Proses mühendİsİ gözüyle pandemİye bİr bakışBu yazı hiçbir şekilde toplum sağlığı veya bireysel sağlık konusunda öneriler getirmeyi hedeflemiyor. Her iki konuda da son dönemde uzmanlar (ve maalesef uzman olmayanlar) yeterince önerilerde bulundular. Önerilerin yetmediği yerlerde zorlayıcı önlemler alınmaya başlandı ve görünen o ki zorlayıcı önlem kapsamının daha da genişlemesini bekleyebiliriz. Sağlıkçıların yanısıra salgınların matematiksel modellemesini yapan epidemiyoloji uzmanları da yaşamımıza girmiş oldu. Depremleri takip eden süreçte sismoloji uzmanlarıyla kurduğumuz yakınlığı onlarla da kuracağız; R0, CFR gibi faktörleri de öğreneceğiz, görünen o. Bu pandeminin neden daha önce görmediğimiz boyutta bir küresel alarm yarattığı, bir tek epidemiyolojinin verdiği sayısal değerler üzerinden anlaşılabiliyor çünkü. Ancak problemi anlamlandırmak için bir noktada proses mühendis gözlüğü takmak da yarar sağlıyor. Buradan yola çıkarak, üretim ve hizmet sektöründe sık gördüğümüz çarpıcı bir fenomeni toplum sağlığında bugün aynen yaşadığımızı söyleyebilirim. Nedir bu fenomen ? Öncelikle yaygın yapılan bir hatadan bahsedeyim. Yazılı ve görsel basında, her hastanın bulaştırma faktörünün katları şeklinde hastalığı başkalarına taşıyacağı, beşin veya ikinin katları oranında insanı hasta edeceği şeklinde hesaplar yapılıyor. Bu amatörce yaklaşım pek çok safsata gibi geniş kabul görüyor; oysa bulaşma modeli her şeyden önce stokastik bir süreç üzerine kurulu. Başka bir deyişle mutlak aritmetik bir model olamayacak kadar çok sayıda rassallık içeriyor. O yüzden temel bulaşma oranı da, ölüm oranı da şu ana kadar toplanmış veriler ışığında oluşturulmuş bir beklenti değeri’dir. Pandeminin gerçek parametreleri ancak pandemi sona erdikten sonra en gerçekçi şekilde tahminlenebilecektir. Çünkü stokastik süreçlerde tekil vakaları izleyerek topluluğun nereye gideceğini anlamak olanaksızdır. Bir sığırcık sürüsünü düşünün; tek tek kuşların hareketlerine baktığınızda anlamsız bir uçuş deseni görürsünüz; ama yeterince uzağa gidip izleyince sürünün muhteşem dansına hayran kalırsınız. Bu bakış açısıyla salgını basit bir şekilde şöyle modelleyebiliriz: Bir salgını bizim açımızdan ürkütücü yapan şeylerin başında ölüm bilançosu geliyor. Yani salgın bittiğinde geride bıraktığı ölümle sonuçlanan enfeksiyon sayısı. DT (death toll) ile bunu ifade ediyoruz. Bu değer temel olarak enfeksiyon bulaşma oranı (R0) ve enfekte bireylerin ölüm oranı (CFR) değerlerinin pozitif bir fonksiyonudur. Yani ne kadar çok bulaşırsa ve hastaların iyileşme oranı ne kadar düşükse salgın o derece şiddetli seyreder. 2000’li yılların başında SARS-CoV benzer bir pandemi yaratmıştı, çoğumuz anımsar. Enfeksiyon bulaşma oranı ve enfekte birey ölüm oranı CoV2’den çok daha yüksek olan, bulaşma durumunda şiddetli septomlar üreten hastalık bugünkü pandeminin yarattığı alarmın çok daha azıyla atlatılabilmişti. Eğitime ara verilmesi, seyahat ve toplanma kısıtları getirilmesi gibi radikal önlemler belli bölgeler dışında gündeme gelmemişti. Hastaların büyük bir kısmının hafif septomlarla atlattığını bildiğimiz CoV2’yi daha ciddi bir tehdit haline getiren şey nedir o zaman ? Anlamak için modelimizi biraz geliştirelim. R0 dediğimiz değer sırf hesaba dayalı bir katsayı değil. Aslında o da her bir x bireyinin bulaştırma olasılığına (Rx) dayalı bir kümülatif fonksiyon; bileşenleri de birim zamanda bulaşma olasılığı (rx’) ve bulaşmaya fırsat bulduğu toplam süre (T). Yine çok basit bir şekilde ifade edelim onu da. Hatta bu fonksiyonu da şöyle açabiliriz: Yani toplam bulaşma oranı, enfekte bireyin izole edilene, iyileşene veya ölene kadar geçen sürede, hastalığın fazına (t) özgü marjinal bulaştırma fonksiyonu değerlerinin toplamına eşittir. Başka bir deyişle enfekte kişi ne kadar uzun bir hastalık geçirirse (septomların şiddetinden bağımsız olarak) o kadar fazla insana hastalık bulaştıracaktır. Hastalığı ayakta geçiren, sağlık kurumlarında izole edilmeyen sağlıklı taşıyıcılar için T süresi haftalarla ifade edilmekte. 14 güne varan kuluçka dönemi ve yine benzer zaman alan iyileşme dönemi düşünüldüğünde sağlıklı taşıyıcıların pandeminin asıl aktörü olduğunu görebiliyoruz. Hastaların kısıtlı bir yüzdesi bir hafta içinde tedavi altına alınmakta, bunu biliyoruz. T değerinin 7 gün-28 gün aralığında bir saçınıklık göstermesi nedeniyle bu CoV2 pandemisinin gerçek boyutları hakkında halen çok az bilgi sahibiyiz ne yazık ki. Çok daha ölümcül SARS CoV virüsü için bu süre en fazla 7-10 gün olarak ifade ediliyor; en önemli farkı da sağlıklı taşıyıcılarla enfeksiyonun yayılmaması, enfekte olan herkeste septomların şiddetli seyretmesi. Şiddetli hastalık seyri T değerini doğal yöntemlerle baskılıyor diyebiliriz. Özetlemek gerekirse, CoV2’nin enfeksiyon seyrindeki saçınıklık kimimizin içini rahatlatsa bile pandemiyi ağırlaştırmakta. CoV2 parametrelerinin varyansı CoV’a göre çok daha fazla. Yüksek varyans her alanda öngörülemez çıktılara neden oluyor, sürecin yönetimini zorlaştırıyor. Topluluğun bir kısmını örnekleyerek yaptığınız çıkarımlar topluluğun geneli için anlam taşımayabiliyor. Bu nedenle çözüm yaklaşımlarının daha kapsayıcı, daha fazla ihtiyatlı ve maliyetli olması gündeme geliyor. Virüs test süresini kısaltan yöntemlere ağırlık verilmesi ve insanların hareketliliğinin kısıtlanmasının temel amacı da işte bu T değerini dışarıdan baskılayarak düşük tutmak ve Rx’i üreten fonksiyonu yavaşlatmak. Hastalığı çevrelemek (contain) olarak ifade edilen yaklaşım bu temele dayanıyor. Eğer bireyler (ağır hasta, sağlıklı taşıyıcı veya tam sağlıklı) sosyal izolasyon yoluyla birbirinden erken fazda ayrılırsa her bir Rx düşük değerde tutulabilir; sonuçta kümüle fonksiyon da bundan olumlu yönde etkilenir. Son söz: Hastalığı virüs üretse bile pandemiyi varyans üretir. Toplum sağlığında, üretimde, hizmet sunmada varyanstan korkun.
1 Yorum
Kalite yönetimi kapsamında verdiğim eğitim programlarında bir sözcüğün kullanımını yasaklarım genelde. Bu sözcük kalite’dir. Aksi durumda “Bir ürün veya hizmetten beklenenler nedir” sorusuna herkes aynı yanıt verir: “Kaliteli olması” Bu şekildeki recursive açıklama algoritmaları eğitimi işlevsiz kılar. O yüzden kalite sözcüğünü değil onun bileşenlerini konuşmaya başladığımızda eğitim bir genel kültür etkinliği olma havasından sıyrılıp bir mühendislik çalışmasına dönüşüyor hızlı biçimde. Ürün ve hizmetlerden beklenen özellikleri genelde beş başlık altında topluyoruz. Bunlardan bir tanesi güvenilirlik. (Öteki dördü için tahminlerinizi alabilirim.) Güvenilirlik boyutunun ötekilerden en temel ayrımı ürün odaklı olması. Yani hizmet alanına uyarlanamayan bir boyut ve somut metriklerle değerlendirilmedikçe pek bir anlam ifade etmiyor. Oysa güdüsel olarak en çok üzerinde durduğumuz, anladığımız ama anlatamadığımız kalite unsuru sayılabilir. Şöyle ifade edelim: “Bir ürünün kendisinden beklenen temel ve yan işlevleri kısa, orta ve uzun vadede tutarlı biçimde yerine getirme yeteneği” Halk ağzıyla söylersek “ürünün bizi yolda bırakmaması” Bir ürünün güvenilirliğini doğrudan ana işlev üzerinden değerlendirebileceğimiz gibi o işlevi sağlayan alt bileşenlerin güvenilirliğinden de hesaplayabiliriz. Alt bileşenlerin kullanım network şemalarının çıkartılması ve kritik arıza olasılıklarından ana işlev hesabına ulaşılması çoğumuzun gözünü korkutan bir yöntem, kabul ediyorum. Öteki seçenek, yani ürünün ana işlevi üzerinden ölçümler yaparak sonuca gitmek, “ürünün güvenilirliği şu kadardır” demek daha pratik gelebilir ilk bakışta… Ancak şunu görmek gerek; ana işlev güvenilirlik hesabının istatistiksel olarak anlamlı olması için çok sayıda örnek almak, uzun süre çalıştırmak ya da süreyi kısaltmak için hızlandırıcılar kullanmak (Arrhenius etkeni gibi) gerekir. Bu da uzun ve maliyetli bir yöntem. Oysa standart alt bileşenlerden oluşan bir sistemde bu hesap teorik olarak çok daha hızlı yapılabilir. Çünkü yapılmışı var. Bileşen üreticilerinin beyan ettikleri arızalanma yatkınlık ölçeklerini kullanarak hızlı biçimde sonuç alınması olanaklı. Ama güvenilirlik network çizimi ihmal edilmemeli. Birbirini yedekleyen bileşenler (paralel) veya birbirlerini işlevsiz bırakacak bileşenler (seri) net tanımlanmalı. Devamında yapılacak iş kataloglardan bulunacak bileşen güvenilirlik katsayılarını kullanan basit aritmetik hesaplarını tamamlamak. Ürünün güvenilirlik düzeyini, yani kalitesini artırmak için ne yapacağımız da buradan türüyor kolayca:
İşte bu yüzden Yalın Altı Sigma programlarında güvenilirlik konusuna özellikle eğilmek önem taşıyor. Güvenilirlik Y= F(X1, X2, …, Xn) + E denklemindeki en büyük Y’dir esas olarak. Sanduk Ruit ismini duydunuz mu ? Yalan yok; birkaç hafta önce kendisi hakkında bir video izleyene kadar ben de duymamıştım. Ama bir haber kanalında izlediğim o kısa video ile mecazi anlamda gözlerim açıldı. Bilemediniz; genç kuşak bir influencer değil Ruit. Ya da teatral yönü gelişmiş yeni moda iş insanlarından biri, bir internet fenomeni… Tam tersi, aktif bir sosyal medya hesabı bile yok neredeyse. O bir tıp insanı; tam olarak göz cerrahı. Onu önemli yapan ise dünyanın geri kalmış bölgelerinde, özellikle ülkesi Nepal’de onbinlerce insanın gözünü mecazi değil gerçek anlamda açması. Yetişkin körlüğünün bir numaralı nedeni, hem de yüzde elliye varan bir oranla katarakt olarak adlandırılan gözdeki lens bozulması (WHO 2010). Çeşitli nedenler arasında en dikkat çekici olanı ultraviole ışığa maruz kalma. Atmosferin ultraviyole ışınları yeterince filtreleyemediği güney yarımkürede ve yüksek bölgelerde bu göz hastalığının sıklığı da artıyor. (Himalaya eteklerindeki Nepal’in bu açıdan şanssız olduğu apaçık) Kataraktın ilaç tedavisi yok; ama göz lensinin yapay bir lensle değiştirilmesi ile hasta hızlı biçimde görüş yeteneğini geri kazanabiliyor. Bu yüzden gelişmiş ülkelerde katarakt kaynaklı körlük yaygın bir sağlık problemi değil artık. Ancak gelişmekte olan ülkeler o kadar şanslı değil. Hem sağlık hizmetine ulaşma zorluğu hem de yapay lens ve operasyon maliyetleri bu coğrafyalarda insanların gözleriyle dünya arasına kalkması zor bir perde örtüyor. Gözleri görmeyen bir insan özellikle kırsal kesimde bütün ailenin düzenini değiştiriyor. Artık ev ekonomisine gündelik işlere katkı sağlayamayan, hatta sürekli bakım isteyen aile üyeleri yaşam koşullarının zorluğunu ikiye katlıyor. Sanduk Ruit ismi bu noktada ön plana çıkıyor. İdealist cerrahın getirdiği iki önemli yenilik var. Birisi kendinin geliştirdiği ekonomik yapay lens ve operasyon yöntemi, öteki geniş ekibiyle birlikte kırsal bölgelerde oluşturduğu ve birkaç günde yüzlerce hastayı operasyona alabildiği geçici tıp merkezleri… Yol ağının zayıf ve ulaşımın tehlikeli olduğu bu dağlık coğrafyada hastaların şehirlerdeki tıp merkezlerine ulaşmasının zorluğunu bu şekilde yeniyor bu tıp insanı. Hatta bu alandaki çabaları nedeniyle kendisine sunulan maddi ödülleri de daha fazla insana ulaşmak için kullanıyor, Nepal’de ve dünyanın başka köşelerinde. Sanduk Ruit sayesinde gülen gözlere yeniden sahip olan hasta sayısı otuz yılda 130 bine ulaşmış durumda. Peki, bu başarı hangi açıdan gözlerimi açtı benim ? Maliyetler konusunda yıllardır kullandığım “maliyetler düştüğünde kurumların karlılığı artar, sürdürebilirlik şansı büyür” denkleminde çok önemli bir fonksiyonu yüzeysel değerlendirdiğimi gördüm. Maliyetler düştüğünde her şeyden önce insanların hizmetlere ulaşımı kolaylaşıyor; özellikle insan hakları çerçevesinde tanımlanmış temel hizmetlere… Maliyet konusunu farklı bir paradigmayla gören ve bu eksende geliştirme yaparak doksanlarda lens maliyetini 5 USD düzeyine kadar çeken bu deneyimli tıp insanı, bu arada nitelik olarak da hedefini rahatça yakalamıştı. Başarı oranı kabul edilir performans düzeyi olan %98’e ulaşan bu inovasyonu tıp pazarına yaymasaydı Sanduk Ruit, belki kendisi başarılı ve iyi kazanan bir cerrah olarak yaşamını sürdürecekti yine; ama 130 bin kişi bunu göremeyecekti. Özetle, maliyetler konusunda gözleri açmak gerek. Eğitimlerde her zaman söylediğim gibi “ucuzlatma” ucuz bir kavramdır; bunun yerine maliyetleri mühendis gözüyle “yönetebilen” her zaman kazanır ve kazandırır I know; projects are meant to yield in success. No rational person desires a project going astray or completely into garbage. The funny thing is that the same persons may feel a hidden tendency to lead their projects into oblivion by simply obeying their intuition. This is worse than declaring a failure frankly. In second case you may face criticism but can have a chance to restart with better aid and resources. If the brilliant idea, the initial spark of the project fades away your loss is more dramatic. Let’s start with the basics. Mainly the moderately sized improvement projects rather than huge scale ones are in focus. A project success has three pillars: Hard knowledge, analytical approach, soft knowledge. What are those ? Hard knowledge – it is the technical knowledge based on the facts and natural laws of the discipline where you shall work and derive improvements. Analytical (and sequential) approach – this is the ability of using the well defined methods like DMAIC or KaiZen 10 Steps along with a solid data analysis tool, the statistics. Soft knowledge - it is the collection of competencies to make the project team work. This is the art of convening, deploying and motivating people (including yourself) till completion. Ok; now come the recommendations for a perfect failure:
Remember you may occasionally need external support for overcoming the inertia and changing the direction. Do not have a bad conscience for that; just ask for it. Yaşıyor olmanızı, adını şimdiye kadar hiç duymadığınız, duydunuzsa da unuttuğunuz bir insana borçlu olabilirsiniz. Bu insan David Warren. Aslen kimyacı, roket uzmanı. Avustralya doğumlu. Dünyaya kazandırdığı buluş ise küçük bir kayıt cihazı. Kısa süreli kayıt yapabilen, ancak patlamaya, yangına, darbeye, suya dayanıklı bir cihaz. Parlak turuncu rengine karşın bilinen adıyla 'kara kutu'. David Warren, henüz sekiz yaşındayken babasını bir uçak kazasında kaybetmesinin izlerini ömrü boyunca taşımış. Bilimsel kariyerine yön veren de yaşadığı bu büyük travmadır diyebiliriz. Öte yandan bu yenilikçi buluşa taşınacak düşüncesini ilk açtığında Uzay Araştırma Laboratuvarı (ARL) yönetiminden gördüğü sert direnç de bir başka travma Warren için… Ama bilimin ve geliştirmenin ateşi sönmez bir kere tutuştu mu… Warren için de değişmiyor kural. Yakın çalışma arkadaşlarının koruması altında, gizlilikle geliştirdiği ilk prototip 1958 yılında sürpriz bir şekilde davet edilerek yine gizlilik içinde gittiği İngiltere’de gün yüzüne çıkıyor ve havacılık kuralları bu yeni mini kayıt cihazının ışığında yeniden yazılıyor bu tarihten sonra. Kabin konuşmalarını ve cihaz ölçümlerini kaydeden turuncu cihazın kullanımının ilk kez zorunlu kılındığı ülkenin adı da şaşırtıcı: kabul görmediği, kendi ülkesi Avustralya. Sadece iki yıl sonra ölümlü bir uçak kazasını takiben mahkeme kararıyla bütün sivil uçuşlarda kullanılmaya başlaması ilginç ama ibretlik bir tezat. Uçak kazalarının en kötü yanlarından biri, kazanın bütün kanıtları da yok etmesi. Pilotaj hatası, atmosferik koşullar, terörizm, teknik arıza gibi olası nedenlerin hangisinin etkili olduğunun bilinmediği dönemlerde uçuş güvenliği sadece varsayımlara dayalı bir şekilde yürütülüyor, ağırlıklı olarak da pilot eğitimlerine bağlanıyordu. Kayıt cihazı sayesinde yaşanan kazalardan somut veriler toplanmaya başlandı. İyileştirmelerin püf noktası tam da bu. Problemi net bir biçimde tanımlayamadığımız sürece gerçek anlamda bir şeyleri düzeltme şansımız olmaz. Varsayımsal olarak “bence sorun budur” diyerek odaklandığımız konuda geliştirmeler yapmamız olanaklı; ama “doğru yere mi odaklanmışız ?” sorusunun yanıtını almak aylar, yıllar, onyıllar sürüyor; gözlemleyip anlamlı bir çıktı doğrulaması için kullanacağınız kazalarda büyük kayıplar yaşanmayı sürdürüyor. Oysa şu durumda gereken bütün veri turuncu renkli çelik bir kutuda saklı; tek yapılması gereken enkaz içinde onu bulup çözümlemek. Altmışlı yıllarda bugüne havacılık sektöründeki kaza oranlarındaki ve can kayıplarındaki azalmayı bu cihazın içinden çıkardığımız veriye borçluyuz. Sormadan duramayacağım; kendi üretim ve hizmet sunma süreçlerinizin kara kutusu var mı ? Onu nasıl okuyacağınızı da bir başka yazıda tartışalım. Factfulness : Ten Reasons We're Wrong About The World - And Why Things Are Better Than You Think Hans Rosling Tıp doktoru olan Rosling dünyada büyük ilgi uyandıran bu kitabında insan algısının olumsuz bilgiden daha fazla etkilendiğini, bu yüzden dünyayı ve çevresini gerçekte olduğundan daha karamsar bir bakış açısıyla değerlendirdiğini büyük ölçüde kendi alanından örneklerle çarpıcı biçimde açıklıyor. Sağlıklı çerçeveye oturmamış veriler bizi çoğu zaman doğru olmayan bilgilere götürür. Bunu tersine çevirmek için okunması gereken kitapların başında geliyor Factfulness. Kitap türkçeye çevrildi ve halen satıştadır. Ömür beklentisinin uzaması, bütün dünyada emeklilik yaşını yükseltiyor. Bu majör değişimin iş yaşamı algoritmasında yarattığı devrimi görebiliyor musunuz ? Emeklilik yaşının 65 olarak sabitlenmesinden sonra pek çok ülke gibi Almanya da 2000’lerin başında bu dönüşümü yönetmek için kafa yormaya başladı. Ellili yaşlardaki insanlardan yirmili yaşlardaki gençlere benzer bir dinamizm beklemek olanaklı değildi elbette; gerek fiziksel yetkinlikler gerekse kariyer beklentileri ile yeni bir yaşlı kuşak vardı ortada. Bu noktada üçüncü yaş eğitimi denilen kavram ortaya çıktı. İnsanların fiziksel düzeyine, deneyimlerine ve koşullarına uygun yeni istihdam modellerine açılmaları için fırsat yaratacak bir re-training çabası gündeme geldi ve belli ölçülerde uygulanmaya başladı. Türkiye dahil pek çok ülke için ‘ununu eleyip eleğini asmış’ bir yaş grubunun eğitimi için kaynak harcamak fantastik bir düşünce; neredeyse bir bilim kurgu filmi. Eğitim istatistiklerinde net görülüyor bu. Akdeniz kuşağındaki çoğu ülkede formal eğitim bittiğinde, 25 yaşında tam anlamıyla kontak kapanıyor. Çalışan insanların dörtte üçü örgün veya yaygın eğitimden komple çekiliyor. Kuzey ülkelerinde bu oran üçte bire kadar iniyor. Eğitimde kontak kapamak, insan potansiyelinden sağlanacak toplam faydayı büyük ölçüde olumsuz etkileyen bir tercih. Endüstrinin ve hizmet sektörünün global rakiplerinden geri kalmamak için gereksinim duyduğu yetkinliklere kavuşabilmesi, yeni alanlarda akademik eğitim almış genç öğrencilerin mezun olması ve sıfırdan başlayarak deneyim kazanmasına bağlı oluyor. Öte yanda yaşlılar, yani yıllar boyunca yaşayarak edindiği deneyimleri yeni bilgiler ve iş kurgularıyla kısa sürede birleştirerek kullanıma sunabilecek insanlar ise, artık tarihe karışmak üzere olan yöntem ve becerileriyle tamamen atıl duruma gelecekleri zamanı bekliyorlar. Tam bir ‘kaybet-kaybet’ ilişkisi. İşin kötü yanı; bu her iki tarafta da doğal karşılanıyor. İnformal eğitimi bir örgüt kültürü haline getirmemiş kurumlar ise iç kaynaklarını kullanarak dönüşememenin bedelini bir şekilde ödüyorlar. Peki bu negatif çevrime girmeyen, eğitime değer verip kaynak ayıran her kuruluş bir çıkış yolu yakalıyor mu ? Ne dersiniz ? İşin püf noktası şu: Formal eğitimde (=okul) geniş bir palette öğrenme ön plana çıkarken, informal yetişkin eğitiminde öğrenilen bilginin işe yaraması, bir davranış-iş yapış değişikliği sağlaması bekleniyor. Yani istenen şey eğitimin iş sonuçlarına yansıması. İş sonuçlarına yansımayan, üretime, kaliteye, müşteri memnuniyetine, satışa, verim artışına, kısaca paraya dönüşmeyen eğitimler israf olarak değerlendiriliyor haklı olarak. Ama bu dönüşümün bir-iki günlük dinlemeye dayalı programlarla da sağlanamayacağı apaçık bir gerçek. * * * * * * Ne yapacağız öyleyse ? Farklı bir eğitim anlayışı gerekiyor. Yetişkin beynine hitap eden, farklı öğrenme stillerine uyan, kişide öğrenme ve değişim motivasyonu uyandıran bir anlayış. Katılımcıyı (öğrenci diye adlandırmıyorum özellikle) içine çeken, küstürmeyen, ona ufuk açan; ama hepsinden önemlisi onun bir çalışan olarak değerini artıran programlar olmalı. Aynı zamanda davranış ve iş yapış tarzındaki gelişimin metriklerini de oluşturan iyi tasarlanmış süreçlerden bahsediyorum. Nasıl becereceğiz bunu ? Anlatacağım. Önce bir konuda anlaşalım: Kontağı kapatmıyoruz. Asla ! During the first two centuries after Christ the Roman Empire recorded a scarce number of trivial warfare victories. There have been numerous successive decades without a single glory on the battlefield. How should we assess this period using our classical thinking? A miserable era perhaps? Age of inept rulers and commanders? Collapse? Anyone having slightest interest in history will shout that this is Pax Romana, the period of absolute roman reign after decades of battling which resulted in complete elimination of hostile parties. It was an age of success indeed (from roman viewpoint) with minor nuissances only. We are going to be misled whenever we view ‘the number of victories’ or ‘land gain’ as the KPIs of Roman Empire in that period. A historical lesson: choose your KPI’s wisely. Consider you are establishing a business. What would your inspiration be?
You can only sustain through your customers. However you cannot rely on ‘average satisfaction scores against assigned importance’ only, which are the highlights of customer survey reports. I have evaluated many hotels and restaurants with five stars on travel sites but did not visit them once more. I am a loyal customer of some places with a three star rating. This is the key: loyalty. In other words, ‘tendency to repurchase the good or service’ which means having people who will consistently fund you. I would choose this my number one KPI. Same is valid for staff with an exclamation mark. Critical staff first ! You can find and substitute a department manager easily where back-up of a veteran maintenance worker may be a real pain. Make a classification; recognise people who will keep the engine running and track their motivation and loyalty. Loss of a developer with dozens of unveiled innovations in his mind or a calm voiced representative comforting furious customers could be among the heroes of your business success. It is necessary to be fair but attentive with regard to HR indicators of the critical staff. How about the R&D ? Total number of patents is not a real indicator if they do not constitute a commercial benefit. The product range is of little importance if you cannot decrease the time-to-market. Always keep the new products and services under surveillance because they will be your first wave warriors in future. Net revenue, profit margin, ROI are classical and inarguable KPIs, I accept. However any inference through these without focusing on new products and services would be incomplete. Sustainable companies value the gains through recent developments at first line; redefining the KPIs with respect to it is indispensable. If your new products and services are not performing well but are continually subsidised by your traditional products and services you obviously will not have a bright future. It is even worse if you are tolerating it simply because you cannot distinguish it. Times will change and there is a high chance that you will soon find yourself sitting on the doorstep pondering ‘what you did wrong’. |
AuthorTamer Hırca ArchivesCategories
T?m?
|